Boyuna değişiyor rengi. Mavi. Mavinin her türü. Gök mavisi. Türk mavisi. Camgöbeği. Yeşilimsi. Külrengi mavi. Çivit mavisi (handiyse). Ya da toprak rengi (büyük yağmurlardan sonra. Değişen yalnız rengi değil. Akıntıları, aynaları, dalgaları da. Balıkları da değişiyor. Bugün istavrit, vatoz; yarın lüfer, dil, çinekop (ağ attığınızda).
Denizin bu değişkenliğini izliyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ne mene bir dünya bu deniz! Durmadan değişiyor, rengi, akıntısı, dalgası, balıkları. Ama bu değişimler için seviyorsunuz denizi. Herhangi bir denizi değil, kendi denizinizi. Hafta sonlarında (benim gibi) pencerenin önünde oturuyorsunuz. Seyrediyorsunuz. Neyi? Denizi. Denizin neyini? Yanıtlayamazsınız ki. Belki rengini, belki dalgaları, belki martıları, belki orkozları, belki balıkçıları, ya da kıyıya çıkıp oltanızı atıyorsunuz. Ya da günbatımında gelincik sepetlerinizi. Ya da elinizde dürbün, gelip geçen gemileri izliyorsunuz.
İnsan tükenir, deniz tükenmez. Denizi bilmeyenlerin, denizi yaşamayanların anlayamayacakları, “alıkça” diye niteleyebilecekleri bu seyir, şaşırtıcı olaylarla doludur. Bir gemi geçer; kar yağmaktadır, gene de gemiden bir insan atlar denize, kıyıya doğru yüzmeye başlar. Siz, denizi seyrediyorsanız, görürsünüz.
Üç gün boyunca kar yağmıştır, kırgın vardır, baygın balıklar su yüzüne vurur. Elinizde kepçe beklersiniz. Gelen, kimi zaman ocakta yanacak bir kalastır. Kimi zaman sahipsiz bir kayık.
Bir cesetle de karşılaşılabilir – benim karşılaştığım gibi.
O sabah, denize çöpleri dökmeye gittiğimde, rıhtıma vurmuş bir kadın cesediyle karşılaştım. Bir bayram sabahıydı. Kurban ya da Şeker Bayramı. Ansımıyorum. Bahçede kar diz boyuydu. Kadıncağız, sanki suyun içinde üşüyormuş gibime geldi. Göğsü bağrı açıktı. Ayağında bir şalvar, uzun sarı saçları başının çevresinde dolanmış, hırkası ve hırkasının altındaki (ne demeli? bluz mu?) bluzu (evet, bluzu diyelim), önünden açılmış, göğüsleri bembeyaz ortaya çıkmıştı.
Sanki bir ölüye değil de, göğüslerini bana sunmak için denize atlamayı seçmiş bir kadının önündeymişim gibi irkildim. Sanki bir ölü değildi rıhtıma vuran. Umutsuz ama yaşayan bir varlıktı. Benden yardım isteyen. Oysa ölü olduğunu, denizde çok kalmamış olduğunu (henüz şişmemişti) anlamıştım. Elimdeki çöp kovasını denize boşaltmadığımı gören karım, balkonun kapısını açıp bağırdı:
“Üşüteceksin. Niçin dökmüyorsun çöpü?”
“Denize bakıyorum” diye yanıtladım.
Çöp kovasını kıyıda bırakıp, kayıkhaneye girdim. Küreklerden birini alıp rıhtıma döndüm. Cesedi akıntıya doğru, şöyle bir iteledim.
Karım balkondan,
“N’apıyorsun orada?” diye bağırıyordu.
“Hiç, dedim. Bir köpek leşi sürüklenmiş, onu uzaklaştırmaya çalışıyorum.”
Akıntılı sulara doğru sürüklemek istiyordum cesedi. Ama tüm çabalarım boşa gidiyordu. Ben kıyıdan uzaklaştırdıkça, ceset yeniden kıyıya dönüyordu. Kayıkhaneye gidecek diye korktum. Bu bayram gününde, kayıkhanede bulunmuş bir ceset! Gel de polislere bu insanı tanımadığını, dalgaların onu kayıkhaneye getirdiğini anlat!
“N’apıyorsun orda? diye seslendi karım. Elinde kürek. Üşüteceksin. Dök çöp kovasını da gir içeri. Bırak köpek leşini.”
“Evet, diye sesleniyordum. Şu işi bitireyim, döneceğim.”
Ve elimdeki kürekle itelemeye çalışıyordum cesedi.
Denize düşüp yüzme bilmediğinden boğulmuş muydu? Yoksa kendini bu soğuk kış gününde denize atacak denli umutsuzluğa mı kapılmıştı. Bilmiyorum. (Hiçbir zaman öğrenilemez bir intiharın gerçek nedeni.)
Küreğin ucunu göğüslerine değdiriyorum. Diri, yaşayan bir insanın göğüsleri duygusunu veriyor. Sonunda oyun bitti: Akıntıya değin sürükleyebildim. Akıntıya kapılıp aldı başını gitti. Ben de çöp kovasını denize boşaltabildim.
Karım kıyıda niçin böyle oyalandığımı sordu.
“Bir insanın üzerine dökmemek için çöpleri” dedim.
“Hangi insanın?” dedi.
“Herhangi bir insanın” dedim.
“Saçmalıyorsun, dedi. Galiba gene bir öykü yazacaksın.”
“Hayır, dedim, yazacağım hiçbir şey yok. Böyle bir günde ne yazılabilir?”
Elime dürbünü aldım…
Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?
Ferit Edgü / ÇIĞLIK
Sözcük Sayısı: 523
Denizin bu değişkenliğini izliyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ne mene bir dünya bu deniz! Durmadan değişiyor, rengi, akıntısı, dalgası, balıkları. Ama bu değişimler için seviyorsunuz denizi. Herhangi bir denizi değil, kendi denizinizi. Hafta sonlarında (benim gibi) pencerenin önünde oturuyorsunuz. Seyrediyorsunuz. Neyi? Denizi. Denizin neyini? Yanıtlayamazsınız ki. Belki rengini, belki dalgaları, belki martıları, belki orkozları, belki balıkçıları, ya da kıyıya çıkıp oltanızı atıyorsunuz. Ya da günbatımında gelincik sepetlerinizi. Ya da elinizde dürbün, gelip geçen gemileri izliyorsunuz.
İnsan tükenir, deniz tükenmez. Denizi bilmeyenlerin, denizi yaşamayanların anlayamayacakları, “alıkça” diye niteleyebilecekleri bu seyir, şaşırtıcı olaylarla doludur. Bir gemi geçer; kar yağmaktadır, gene de gemiden bir insan atlar denize, kıyıya doğru yüzmeye başlar. Siz, denizi seyrediyorsanız, görürsünüz.
Üç gün boyunca kar yağmıştır, kırgın vardır, baygın balıklar su yüzüne vurur. Elinizde kepçe beklersiniz. Gelen, kimi zaman ocakta yanacak bir kalastır. Kimi zaman sahipsiz bir kayık.
Bir cesetle de karşılaşılabilir – benim karşılaştığım gibi.
O sabah, denize çöpleri dökmeye gittiğimde, rıhtıma vurmuş bir kadın cesediyle karşılaştım. Bir bayram sabahıydı. Kurban ya da Şeker Bayramı. Ansımıyorum. Bahçede kar diz boyuydu. Kadıncağız, sanki suyun içinde üşüyormuş gibime geldi. Göğsü bağrı açıktı. Ayağında bir şalvar, uzun sarı saçları başının çevresinde dolanmış, hırkası ve hırkasının altındaki (ne demeli? bluz mu?) bluzu (evet, bluzu diyelim), önünden açılmış, göğüsleri bembeyaz ortaya çıkmıştı.
Sanki bir ölüye değil de, göğüslerini bana sunmak için denize atlamayı seçmiş bir kadının önündeymişim gibi irkildim. Sanki bir ölü değildi rıhtıma vuran. Umutsuz ama yaşayan bir varlıktı. Benden yardım isteyen. Oysa ölü olduğunu, denizde çok kalmamış olduğunu (henüz şişmemişti) anlamıştım. Elimdeki çöp kovasını denize boşaltmadığımı gören karım, balkonun kapısını açıp bağırdı:
“Üşüteceksin. Niçin dökmüyorsun çöpü?”
“Denize bakıyorum” diye yanıtladım.
Çöp kovasını kıyıda bırakıp, kayıkhaneye girdim. Küreklerden birini alıp rıhtıma döndüm. Cesedi akıntıya doğru, şöyle bir iteledim.
Karım balkondan,
“N’apıyorsun orada?” diye bağırıyordu.
“Hiç, dedim. Bir köpek leşi sürüklenmiş, onu uzaklaştırmaya çalışıyorum.”
Akıntılı sulara doğru sürüklemek istiyordum cesedi. Ama tüm çabalarım boşa gidiyordu. Ben kıyıdan uzaklaştırdıkça, ceset yeniden kıyıya dönüyordu. Kayıkhaneye gidecek diye korktum. Bu bayram gününde, kayıkhanede bulunmuş bir ceset! Gel de polislere bu insanı tanımadığını, dalgaların onu kayıkhaneye getirdiğini anlat!
“N’apıyorsun orda? diye seslendi karım. Elinde kürek. Üşüteceksin. Dök çöp kovasını da gir içeri. Bırak köpek leşini.”
“Evet, diye sesleniyordum. Şu işi bitireyim, döneceğim.”
Ve elimdeki kürekle itelemeye çalışıyordum cesedi.
Denize düşüp yüzme bilmediğinden boğulmuş muydu? Yoksa kendini bu soğuk kış gününde denize atacak denli umutsuzluğa mı kapılmıştı. Bilmiyorum. (Hiçbir zaman öğrenilemez bir intiharın gerçek nedeni.)
Küreğin ucunu göğüslerine değdiriyorum. Diri, yaşayan bir insanın göğüsleri duygusunu veriyor. Sonunda oyun bitti: Akıntıya değin sürükleyebildim. Akıntıya kapılıp aldı başını gitti. Ben de çöp kovasını denize boşaltabildim.
Karım kıyıda niçin böyle oyalandığımı sordu.
“Bir insanın üzerine dökmemek için çöpleri” dedim.
“Hangi insanın?” dedi.
“Herhangi bir insanın” dedim.
“Saçmalıyorsun, dedi. Galiba gene bir öykü yazacaksın.”
“Hayır, dedim, yazacağım hiçbir şey yok. Böyle bir günde ne yazılabilir?”
Elime dürbünü aldım…
Söyler misiniz, her öyküyü ille de bitirmek mi gerek?
Ferit Edgü / ÇIĞLIK